Çocuk sağda solda, dışarıda içeride, evde sokakta hayatın güzelliğine dair cümleler duyamıyordu. Çocuk hayattan korkuyordu. Çevresinde olup biten şeyler ona çok karmaşık geliyordu. Can sıkıntısından patlıyordu. İçinde bir boşluk vardı. Anlam veremiyordu. Hiçbir şeye anlam veremiyordu. Oyuncaklarından sıkılıyordu. Sıkılınca oyuncaklarını sağa sola fırlatıyordu. Oyuncaklarına kötü davranıyordu. Babası ona sadece oyuncak almakla yetiniyordu. Herbir oyuncakla ilgisi birkaç günlüktü. Modern zamanın insanı neyse, modern zamanın çocuğu da oydu. Çocuk mutsuzdu. Anne babalar mutsuzdu. Çocuk hayattan korkuyordu. Yaşananlar onu tedirgin ediyordu. Çocuk güvensizdi. Etrafı tehlikelerle doluydu. Her an kötü bir şey olabilirdi.
Çocuğun içindeki karmaşa diline de yansıyordu. İçinde neler olup bittiğini çözemiyor, hem içindeki karmaşadan hem de dilinin henüz yeni inşa edilmesinden, bunları kelimelere dökemiyordu. Dökse de onu kim dinleyecekti? O da kendisi için daha rahat bir anlatım biçimi olan resimlerle anlattı bunu. Çocukların yaptıkları resimler onların en anlaşılabilir dilidir.
KÂİNATIN İÇİNDE ÇOCUK, ÇOCUĞUN İÇİNDE KÂİNAT
YENİ DOĞAN bir çocuk, bu kâinata yeni bir katılımdır. Yok olan, adı sanı olmayan birisi bir anda, mucizevî bir biçimde, dünyaya gelivermiştir. Bu, kâinat için bir kazanımdır. Kâinat muhteşem bir varlığı daha kazanmıştır. Artık kâinattaki nesneleri, yaratılışı; nesnelerdeki ve yaratılıştaki mükemmelliği, güzelliği, estetiği, anlamı idrak edecek yeni bir varlık daha vardır artık. Kâinattaki sesleri duyacak, tatları tadacak, kokuları koklayacak, nesnelerin yüzeylerindeki kendine özgü hâle dokunacak, biçimleri görecek başka bir varlık daha vardır. Kâinatı akledecek yeni bir akıl daha vardır. Kâinatı farkedecek ve farkettiğini de farkedecek yeni bir bilinç daha vardır. Kâinat eski kâinat değildir artık.
Çocuğun akıl almaz biyolojik ve psikolojik gelişimi ile birlikte ikili bir etkileşim de olmaya başlar. Çocuğun, varlığı ile kâinata katılımının ötesinde yeni bir katılım daha basamak basamak ilerler. Çocuk yerinde duramaz. Eşyalara dokunur. Karıştırır. Eline alır. İnceler. İzler. Gözlem yapar. Eline aldığı çiçeğin kokusunu hisseder. Sıcağı ve soğuğu tanır. Tam bu sırada, yani çocuk kâinatın içine katıldıkça, kâinatla ilişki kurdukça, kâinat da çocuğun içine katılır. Bunu nasıl anlarız?
ON YAŞINA gelmiş bir çocuktan gözünü kapatmasını isteyelim. Onun eline çeşitli nesneleri bırakalım. Çocuk bir çok nesneleri dokunarak tanıyacaktır. Elindeki kalemin kalem, portakalın portakal, çileğin çilek olduğunu farkedecektir. Aynı şekilde ona çeşitli kokulara sahip varlıkları koklatalım. Gülün kokusunu, çileğin kokusunu, kekin kokusunu ayırt edecek ve bize doğru tahminlerde bulunacaktır. Yine gözleri kapalı haldeyken, dalga sesini, yaprakların hışırtısını, kapı gıcırtısını tanıyacaktır. Çocuk nasıl oldu da bunları doğruya oldukça yakın bir şekilde tanıyabildi?
Çünkü çocuk kâinatın içine katılmakla birlikte kâinat da çocuğun içine katılmakta, dahil olmaktadır. Sesler, görüntüler, tatlar, kokular, dokunma hisleri hiç durmaksızın doğumundan itibaren çocuğun içine doğru akar. Sadece beş duyuyla algılananlar katılmaz çocuğun içine. Özellikle anne babasının ilgisi, merhameti, şefkati, değerli olduğu, önemsendiği hissi de çocuğun içine katılır ve orada saklanır.
Çocukla anne babası, çevresindeki nesneler, toplamında kâinat arasında bir “bağlanma” oluşur. Önemli bir nokta, bu bağlanmanın da çocuğun içine gelip yerleşmesi, çocuğun içine katılmasıdır. Örneğin, bir yaz tatilinde gördüğü bir ördekle bir bağlanma yaşayabilir. Ördeğe karşı içinde bir sevme duygusu, onunla ilişki duygusu gelişir. Çocukla ördek arasında bazen tek taraflı bazen de iki taraflı bir bağlılık olur. Çocuk ördeği bırakıp evine geldiğinde onun biçimi, sağa sola salınarak yürümesi, çıkardığı ses, tüylerinin yumuşaklığı gibi özellikler çocuğun içine katıldığı için, çocuk bunları yanında taşıdığı gibi, öte yandan ona olan bağlılıkta çocuğun içine yerleşmiştir. Eve gelince çocuk bir yandan ördeği özlediğini hisseder. Ancak kavuşma umudu yoksa içindeki “bağlılık hissi” ona yeter. Ördek onun yanında değildir. Ancak ördek artık onun içindedir.
KÂİNATIN, kâinatta yaşananların, çocuğun yaşadıklarının çocuğun içine katılması bulûğ çağında en olgun düzeyine varır. Kâinatın ve çocuğun kâinatla arasında gelişen bağlanmanın da çocuğun içine katılması ile; çocuk da artık küçük bir kâinat haline gelir. Bir hücreye bir insanı kapatsak bile, bu insan, ağzında limonun tadını, rüzgârın uğultusunu, çileğin kokusunu, annesinin kendisine sarılmasını, gökteki ayın biçimini duyumsar. Artık kâinat sadece insanın dışında değil, aynı zamanda insanın içindedir de çünkü.
Çocuk gece üçte uyandı. Etraf karanlıktı. Etraf belirsizdi. Çığlık attı. Annesi yanına geldi. Çocuk ağlıyordu. Çocuk korkuyordu. Anne, neyin var diye sordu? Çocuk yalnızca ağlıyordu.
Dağlar çok büyüktü. Kocamandı. Ulaşılamazdı. Denizler çok büyüktü. Denizler çok genişti. Denizde çok su vardı. Su çocuğu yutabilirdi. Gökyüzü çok uzaktı. Gökyüzünde çok yıldız vardı. Çocuk çok korkuyordu. Çocuk çok çaresizdi. Çocuğun gündüzdeki korkuları gece rüyasına da girmişti. Rüyasında koca koca denizlerin dalgaları üzerine doğru geliyordu. Tam o sıra çığlık atarak uyanmıştı.
Çocuğun içindeki karmaşa diline de yansıyordu. İçinde neler olup bittiğini çözemiyor, hem içindeki karmaşadan hem de dilinin henüz yeni inşa edilmesinden, bunları kelimelere dökemiyordu. Dökse de onu kim dinleyecekti? O da kendisi için daha rahat bir anlatım biçimi olan resimlerle anlattı bunu. Çocukların yaptıkları resimler onların en anlaşılabilir dilidir.
KÂİNATIN İÇİNDE ÇOCUK, ÇOCUĞUN İÇİNDE KÂİNAT
YENİ DOĞAN bir çocuk, bu kâinata yeni bir katılımdır. Yok olan, adı sanı olmayan birisi bir anda, mucizevî bir biçimde, dünyaya gelivermiştir. Bu, kâinat için bir kazanımdır. Kâinat muhteşem bir varlığı daha kazanmıştır. Artık kâinattaki nesneleri, yaratılışı; nesnelerdeki ve yaratılıştaki mükemmelliği, güzelliği, estetiği, anlamı idrak edecek yeni bir varlık daha vardır artık. Kâinattaki sesleri duyacak, tatları tadacak, kokuları koklayacak, nesnelerin yüzeylerindeki kendine özgü hâle dokunacak, biçimleri görecek başka bir varlık daha vardır. Kâinatı akledecek yeni bir akıl daha vardır. Kâinatı farkedecek ve farkettiğini de farkedecek yeni bir bilinç daha vardır. Kâinat eski kâinat değildir artık.
Çocuğun akıl almaz biyolojik ve psikolojik gelişimi ile birlikte ikili bir etkileşim de olmaya başlar. Çocuğun, varlığı ile kâinata katılımının ötesinde yeni bir katılım daha basamak basamak ilerler. Çocuk yerinde duramaz. Eşyalara dokunur. Karıştırır. Eline alır. İnceler. İzler. Gözlem yapar. Eline aldığı çiçeğin kokusunu hisseder. Sıcağı ve soğuğu tanır. Tam bu sırada, yani çocuk kâinatın içine katıldıkça, kâinatla ilişki kurdukça, kâinat da çocuğun içine katılır. Bunu nasıl anlarız?
ON YAŞINA gelmiş bir çocuktan gözünü kapatmasını isteyelim. Onun eline çeşitli nesneleri bırakalım. Çocuk bir çok nesneleri dokunarak tanıyacaktır. Elindeki kalemin kalem, portakalın portakal, çileğin çilek olduğunu farkedecektir. Aynı şekilde ona çeşitli kokulara sahip varlıkları koklatalım. Gülün kokusunu, çileğin kokusunu, kekin kokusunu ayırt edecek ve bize doğru tahminlerde bulunacaktır. Yine gözleri kapalı haldeyken, dalga sesini, yaprakların hışırtısını, kapı gıcırtısını tanıyacaktır. Çocuk nasıl oldu da bunları doğruya oldukça yakın bir şekilde tanıyabildi?
Çünkü çocuk kâinatın içine katılmakla birlikte kâinat da çocuğun içine katılmakta, dahil olmaktadır. Sesler, görüntüler, tatlar, kokular, dokunma hisleri hiç durmaksızın doğumundan itibaren çocuğun içine doğru akar. Sadece beş duyuyla algılananlar katılmaz çocuğun içine. Özellikle anne babasının ilgisi, merhameti, şefkati, değerli olduğu, önemsendiği hissi de çocuğun içine katılır ve orada saklanır.
Çocukla anne babası, çevresindeki nesneler, toplamında kâinat arasında bir “bağlanma” oluşur. Önemli bir nokta, bu bağlanmanın da çocuğun içine gelip yerleşmesi, çocuğun içine katılmasıdır. Örneğin, bir yaz tatilinde gördüğü bir ördekle bir bağlanma yaşayabilir. Ördeğe karşı içinde bir sevme duygusu, onunla ilişki duygusu gelişir. Çocukla ördek arasında bazen tek taraflı bazen de iki taraflı bir bağlılık olur. Çocuk ördeği bırakıp evine geldiğinde onun biçimi, sağa sola salınarak yürümesi, çıkardığı ses, tüylerinin yumuşaklığı gibi özellikler çocuğun içine katıldığı için, çocuk bunları yanında taşıdığı gibi, öte yandan ona olan bağlılıkta çocuğun içine yerleşmiştir. Eve gelince çocuk bir yandan ördeği özlediğini hisseder. Ancak kavuşma umudu yoksa içindeki “bağlılık hissi” ona yeter. Ördek onun yanında değildir. Ancak ördek artık onun içindedir.
KÂİNATIN, kâinatta yaşananların, çocuğun yaşadıklarının çocuğun içine katılması bulûğ çağında en olgun düzeyine varır. Kâinatın ve çocuğun kâinatla arasında gelişen bağlanmanın da çocuğun içine katılması ile; çocuk da artık küçük bir kâinat haline gelir. Bir hücreye bir insanı kapatsak bile, bu insan, ağzında limonun tadını, rüzgârın uğultusunu, çileğin kokusunu, annesinin kendisine sarılmasını, gökteki ayın biçimini duyumsar. Artık kâinat sadece insanın dışında değil, aynı zamanda insanın içindedir de çünkü.
Çocuk gece üçte uyandı. Etraf karanlıktı. Etraf belirsizdi. Çığlık attı. Annesi yanına geldi. Çocuk ağlıyordu. Çocuk korkuyordu. Anne, neyin var diye sordu? Çocuk yalnızca ağlıyordu.
Dağlar çok büyüktü. Kocamandı. Ulaşılamazdı. Denizler çok büyüktü. Denizler çok genişti. Denizde çok su vardı. Su çocuğu yutabilirdi. Gökyüzü çok uzaktı. Gökyüzünde çok yıldız vardı. Çocuk çok korkuyordu. Çocuk çok çaresizdi. Çocuğun gündüzdeki korkuları gece rüyasına da girmişti. Rüyasında koca koca denizlerin dalgaları üzerine doğru geliyordu. Tam o sıra çığlık atarak uyanmıştı.